24 Kasım 2009 Salı

Kasım 2009 Tarabya.....


7 Kasım 2009 Cumartesi

Dr.Fuat Ali Örsan'ın Torunu S.Fuat Örsan'ın Göndermiş Olduğu Yazı.....



Dr. Fuat Ali Örsan

Dr. Fuat Âli Bey babamın babası, yani benim büyükbabamdır. 1872 – 1951 yıları arasında yaşadı. Ben 10 yaşındayken, 1951’de 79 yaşında öldü. Büyükbabamı çok iyi hatırlıyorum. Çok iyi hatırladığım 3 sahne var; Bakırköy’de İstasyon Caddesi üzerindeki evin içindeki hali, o evin küçük arka bahçesinde arılarla uğraşırken görüntüsü ve Terkos’ta beni Şimendifere bindirdiği zamanki hali.
Büyükbabamın çok iyi bir insan olduğu muhakkak. Bir de belirtmek isteğim şey şu: Büyükbabam devamlı kitap yazardı. Yazdıkları Arıcılık, Tavukçuluk ve sebzecilikle ilgili idi. Kitapları Türkiye’de çok tanınmıştı. Öylesine tanınmıştı ki o 1951’de öldükten sonra da senelerce satmaya devam etti. Ailesi büyükbabamın kitaplarından menfaat sağlamayı hiç düşünmedi. Yayınevi kitaplarını yıllarca basmaya ve dağıtmaya devam etti. Bu durum bizi çok mutlu etti. Hala satıyor. Bugün dahi Google‘da Fuat Ali Örsan ismini ararsanız satılmakta olan kitaplarına rastlarsınız. Çok hoş bir şey bu. Hatta son yıllarda bir defa işportada kitaplarına rastladım ve hemen satın aldım.
Büyükbabamı Rasin Ağabeyim herhalde hepimizden daha iyi tanıyor. Bu nedenle Dr. Fuat Âli Bey hakkında yazdıklarını ağabeyimin “Kaybolan Bakırköy” adlı kitabından aktarıyorum.
........Dr. Fuat Ali bey ise, Batı Rumeli Ordularının umumi ricati boyunca vazifesine devam etmektedir. Hem cerrahlık yapıyor, hem de bir gözü İstanbul yollarındaki karısında, çocuklarında. Sahra hastahanesi düşman ateşi altına düşmüştür. Doktor binbaşı yine çalışıyor, yaralı mehmetciklere bakıyor, kesilecek ne varsa kesiyor. Morfin bitmiştir. Dr. Fuat Ali bey yine kesiyor. Hastahaneyi geri hatlara taşıyorlar. O yine kesiyor, diyagnoz yapıyor, teselli ediyor.
O kargaşalıkta İstanbul'dan bir paşa gelmiş. Mirliva Fevzi Paşa isminde genç bir kumandan. Panik içinde çekilmekte olan kuvvetleri derlemiş toplamış, yeni mevzilere yerleştirmiş. Tepelere makineli tüfekler koydurmuş. Bir de bakmışlar ki cephe stabilize olmuş. Düşman taarruzu durdurulmuş. Sırplar Fevzi Paşa karşısında takılıp kalmışlar.
Babamın babası bu bölgesel başarıyı bize anlatırken "Mareşal Fevzi Çakmak iyi bir askerdir. Gözlerimle gördüm, bizi kurtardı, moralimizi yükseltti." derdi.
Ve sonrası;
Ailemizin yine talihi varmış. Dr. Fuat Ali bey, İclal hanım ve çocukları İstanbul'a ulaşıyorlar. İmparatorluğun başşehri karınca yuvası gibi insan kaynıyor. Makedonya'dan kaçmaya muvaffak olan mültecileri oraya buraya yerleştirmek için Şehreminliği, Nafıa Vekaleti, Babıali Hükümeti akla karayı seçiyorlar. Yeşilköy'deki baba konağı sağ olsun. Bizim aile oraya taşınıyor. Üçüncü kızları Samiye doğuyor. '
Balkan Harbinin akabinde Operatör Doktor Cemil Topuzlu İstanbul Şehremini olmuş ve bir türlü rahat yüzü görmeyen şehrimize biraz çekidüzen vermiş. Dr. Cemil Topuzlu Dr. Fuat Ali beyden beş yaş büyüktür. O da askeri doktordur. Generalliğe kadar yükselmiş, Tıbbiye'de profesörlük yapmıştır. Dr. Fuat Ali beyi pek severmiş. Genç arkadaşını yanına asistan alıyor. Bir müddet beraber çalışıyorlar.
Birinci Dünya Savaşında babamın babası yine cepheden cepheye koşuyor. Bu sefer Sarıkamış, Gelibolu, Suriye... Ama ailesini beraberinde götürmüyor, onları İstanbul'dan ayırmıyor. Enver Paşanın dillere destan Sarıkamış seferinden öyle perişan bir vaziyette dönmüş ki evdekiler kendisini tanıyamamışlar...
Milli Mücadelede Dr. Fuat Ali beyi Ankara Askeri Hastahanesinde yine görev başında görüyoruz. O zaman kaymakam, yani yarbay rütbesinde bir tabip. Cephelerde, geri hatlarda akla gelebilecek her türlü mahrumiyete rağmen ameliyat yapan, mehmetciklerin hayatını kur- taran veya son uykularında onların gözlerini kapayan, sulh zamanı ordu birlikleri ile vatanın en ücra kasabalarına, köylerine kadar bölge halkını tedavi eden o cefakar, gözü pek Türk doktorlarından biri...
Büyük Zaferden sonra Dr. Fuat Ali bey ordudan ayrılıyor. Ziraatçilik, arıcılık. tavukçuluk onun asli mes1eğinin yanı sıra en çok merak bağladığı. uzman kesildiği konular. Arı besliyor. makaleler yazıyor. kitaplar neşrediyor...
Önce Halkalı Ziraat Mektebinde hocalık. arkadan Ankara Ziraat Fakültesinde öğretim üyeliği. Gazi'ye tavsiye ediyorlar. Atamız doktora Gazi Orman çiftliğinde "Sanayi-i Ziraiye mütehassısı" olarak vazife veriyor.
Görevi Avrupa'daki firmalarla, fabrikalarla temas kurarak çiftliğin ihtiyacı olan zirai alet ve edevatı temin etmek. O durumda bir mütehassıs isterse hükümetlerden, satıcı şirketlerden kolaylıkla kendine komisyon koparır, küpünü doldurur, zenginin zengini olur.

Hayır! Dr. Fuat Ali bey yapmıyor. Öyle şeylere tenezzül etmiyor. Öyle dalaverelere aklı ermiyor. Onun kırk para kabul etmemesi hayretlere mucip oluyor. Ankara'da arsaların dönüm dönüm yağma edildiği günler... Rasin Ağabeyimin anlattıkları:
Annemle babam o yıllarda İzmir'de sinemaya gitmişler. Aktüalite filmler gösterilirken Gazi Orman Çiftliği perdeye gelmiş. Gazi Hazretleri teftişte. Geride de Dr. Fuat Ali bey kendine has bir şekilde parmaklarını önünde uç uca getirmiş. saygı ile Cumhurbaşkanını takip ediyor.
Annem de. babam da pek heyecanlanmışlar. Bizim peder "Ah babacığım." diye ağlamaya başlamış. Annem de "Madem ki onu bu kadar seviyorsun. niçin hiç aramaz sormazsın" diye taşı gediğine koymuş.
Benim çocuk1uğumda;
Ben hayata tanık o1maya başladığım senelerde babamın babası ailesini Bakırköy'e yerleştirmişti. Bir ara bizim evin en üst katında bile oturdular. Fakat orası dar geldi ve Domuzdamına taşındılar.
Babamın babası arasıra Bakırköy'e gelir. beni de sevinçten deli ederdi. Fakat çok kalmaz giderdi. Memleketin dört bucağında belediye tabipliği. fabrika doktorluğu yapar. yanısıra da ziraatle meşgul olur. arı yetiştirirdi. Bulunduğu yerlerde onu "Arıcı Fuat bey' diye tanırlar, severlerdi.
Edremit, Havran, Terkos...
Dr. Fuat Ali bey durmadan istirahat almadan, tatil yapmadan çalışır, çalışırdı. Doktorluktan. arıcılıktan kazandığı mütevazi gelirini de kendine hiçbir pay ayırmadan: karısına gönderirdi. Bizi pek özlediği zaman da kalkar gelirdi. Zannederim yalnız başına biraz uzaklarda yaşamayı kendi de tercih ediyordu.
Ben babamın babasının ge1mesini iple çekerdim. Küçük yaşıma rağmen onun ne kadar enteresan bir adam olduğunu idrak ediyordum. Edremit'ten. Havran'dan bana bal getirirdi. Kendi arılarının ballarını. Benim sıhhatimle yakından ilgilenirdi. Ama öyle dangıl dungul. cart curt ederek konuşmaz. çocuk psikolojisini anlayan bir kafa ile tavsiyelerde bulunurdu.
Tekaüdiye. emeklilik ne demek? Fedakar Dr. Fuat Ali bey hayatının son yıllarına kadar. hastalanıp yatağa düşünceye kadar. "Aileme bakacağım, onları rahat ettireceğim" diye çalıştı durdu. Son vazifesi İstanbul'un su ihtiyacına cevap veren Terkos Fabrikasının doktorluğu idi. Ben o zamanlar Douglas bıyıklı tığ gibi bir delikanlı. Edirnekapı'dan otobüse biner, üç saatte tıngır mıngır Terkos'a giderdim. Benim 75 yaşındaki babamın babası orada tek başına iki odalı bir dairede oturur, bir odada hastalarını muayene eder, öbür odada da saç sobanın üstünde kuru fasülye pişirirdi.
Sonra hastalanıp bütünlüğüne karısının yanına döndü. O zamanlar Bakırköy çarşısında bir evin üst katında oturuyorlardı. Karnından sarkan lastik bir boru bir ufak şişeye bağlanmıştı. İdrarı o şişede toplanırdı. O hali ile sokağa bakan odanın "funksiyonalizm" stili vişne rengi koltuğuna çöker, kucağında kağıt kalem, yazar da yazardı. Elinin altındaki İngilizce, Almanca ziraat kitaplarını lügata ihtiyaç durmadan rahat okur, notlar alırdı. Neşrettiği "Pratik Ancılık", "Pratik Tavukçuluk" kitapları bugün dahi rağbettedir.
Dr. Fuat Âli beye ait fıkralar:
Rahmetli çok iyi kalpli ve o nisbette de -nur içinde yatsın- çok küfürbaz bir zat idi (O babta ben de bir nebzecik babamın babasına çekmişim). Ziraat Fakültesindeki talebeleri, bu arada Hasan Doruk (Belgin Doruk'un babası), Celal Ertüzün (Türk Dil Kurumu azası Ahmet Cevat Emre'nin damadı) ve diğer talebeleri Doktorun bu hususiyetinden dolayı ondan kendi aralarında "Doktor Hayrullah bey" diye bahsederlermiş. Doktor Hayrullah bey Reşat Nuri'nin "Çalıkuşu" romanında pek renkli ve sempatik bir askeri tabiptir. Durmamacasına küfür eder, askerlerinden "Benim ayıcıklarım" diye bahseder.
Ben küçükken babamın babası beni çağırır: - Gel buraya, pezevenk, derdi. Ben de çocuk ağzımla:
- Sensin pezevenk, diye karşılık verirdim.
Babamın babası bu karşı iltifatı işitince ağzı kulaklarına varır, yelek cebinden beş kuruş çıkarıp bana uzatırdı.
Bir gün eve geliyor. Kızları Celile, Samiye, gelini Piraye oturma odasında sohbet ediyorlar.
- Çocuklar, diyor. Bir kutu pünez almak istiyordum ama türkçesi bir türlü aklıma gelmedi. Nedir o hani, parmakla bastırınca kağıdı duvara tutturursunuz? Çokbilmiş geçinen Piraye derhal atılıyor:
- Raptiye.
Doktor Fuat Ali bey kah, kah kah:
- Kıçımı ye hap diye
Bir zamanlar Bakırköy'ü bir topaç merakı sarmıştı. Her çocuğun elinde bir topaç, çevirip duruyordu. Ben de topaç çevirmek istiyorum ama küçüğüm, beceremiyorum.
Babamın babası beni elimden tuttu. Gidip aktar Gevont' tan iki tane topaç aldık. Ama çevirmesini o da bilmiyor. Eve dönerken baktık, Rum Kilisesinin avlusunda Rum kopilleri toplanmış, topaç çeviriyorlar. Doktor önde, ben arkada girdik kiliseden içeri. Dr. Fuat Ali bey orada avlunun çimento zemininde çocuklardan topaç çevirmesini öğrendi. Çıktık dışarı. Bu sefer karşıdaki Ermeni Kilisesinin kaldırımına gittik. Orası da çimento. Orada babamın babası bana da topaç çevirmesini öğretti. Sevine sevine eve döndük.
Annemle babam 1929 da İzmir'de. iken Doktor ziyarete gelmiş. "Piraye, kızım, gidelim de bana bir, takım elbise alalım" demiş. Atlı tramvaya binip "Saman İskelesi"ne varmışlar. Elbise seçecekler. Annem daha 19 yaşında gencecik bir kadın. O aklı ile kayınpederine en münasip. en gösterişli bir kıyafet olarak lacivert bir takım elbise beğenmiş. Aylar sonra İclal hanımdan" Celile'den, Samiye'den annelerine yan şaka bir sitem:
- Piraye, bu adama lacivert elbise nasıl aldın? Üstü başı leke içinde... Yağlar, salçalar, toz, kir ne istersen var. Niçin ona kullanışlı, leke götürecek bir kumaş seçmedin a kızım?
Bir seferinde de Dr. Fuat Ali bey Bursa'da bir çift yeni ayakkabı satın almış. Sağı iyi gelmiş ama solu biraz vuruyor. Rahmetli doktor hayatta böyle problemleri kendine dert edinmeyecek kadar olgun insandı. Galiba fazla 0lgundu. Neden mi? Eski kullanılmış ayakkabılarından. birini sol ayağına geçirmiş. Sağ ayağına da yeni aldığı gıcır gıcır ayakkabıyı giymiş. O kılıkta kalkıp Bursa'dan İstanbul'a gelmiş.
Babaannem her şeyden evvel pısırık bir kadın değildi. ,', "Evet efendim. siz bilirsiniz efendim" demez. Fransa .- ihtilalinin Marian'ı (Marianne) gibi hemen bayrakları açardı. Onun bu huyunu iyi bilen kocası da ona muziplik etmekten geri kalmazdı.
Domuzdamı'nda otururlarken bir gün doktor gelip gelinine fısıldar:
- Piraye. git hanıma çıtlat. "Fuat babam bir iş yapıp çok para kazanmış. Şimdi içerde paralarını sayıyor. Bana da para ister misin diye sordu" de. Bakalım sonra neler olacak?
İclal hanım mutfakta. kocasına ikram, "Manastır tatlısı" yapmakta. (Bir çeşit iri taneli revani). Piraye'nin ağzından "para" kelimesini duyar duymaz kayınvalde elindeki yumurtaları. oklavayı olduğu gibi masaya bırakmış. Elinin yağını. hamurunu bile silmeden doğru oturma odasına:
- Fuat bey. nerede o paralar? Çabuk çıkar. Acele lazım. Alış verişe gideceğim. Çabuk ol. çabuk ol.
Fuat bey kasıklarını tutarak gülüyor:
- Dertsiz başıma bu derdi kendim sardım. Şimdi işin içinden nasıl çıkacağım. diye. müdafaanamesini hazırlıyor. bu arada da zevkten bitiyormuş.
Çok alçakgönüllü bir insan idi babamın babası. Kendinden hiç bahsetmez, bahsetse bile alaylı bir şekilde konuşurdu. Ender hallerde Tıbbiye'de, Balkan Harbinde, İstiklal Savaşında başından geçenleri kısaca anlatırdı.
Tıp Fakültesinde iken bakmış ki üzerinde çalışabileceği, otopsi yapabileceği ceset kalmamış. Bir arkadaşı ile Topkapı haricine çıkıp bir mezarlıktan bir bacak bulmuşlar. Topkapı-Bahçekapı tramvayına atlayıp Beyazıt'a okula dönüyorlar. Bacağı da paket yapıp oturdukları sıranın üstündeki rafa yerleştirmişler.
Tramvay Fındıkzade'deki keskin virajı alırken paket aralanmış. Paketten çıkmış dışarı bir başparmak. Fuat efendi ile arkadaşı telaşla pakete çullanmışlar. Diğer yolcular "Ne oluyor bu gençlere? Nerede bizim zamanımızdaki uslu efendi gençler" diye basmakalıp nakarata geçmeden bizim ahbap çavuşlar paketi raftan indirip üstünü örtmüşler. Çaktırmadan durumu idare etmişler.
- Sakarya'da siperleri dolaşırken bir şarapnel patlamış.
Avcı boy çukurunun toprak duvarına dayanmış bir er "Aaaa, benim kalbim koptu!" demiş ve der demez oracığa düşüp ölmüş.
Ben daha doğmadan önce Dr. Fuat Ali bey iki sene kadar Hamburg'a gidip oturmuş. Orada bir Alman kadınını metres edinmiş. Bravo! Keşke iki tane edinse idi. İclal hanım işin o faslına pek kızar, kinayeli konuşurdu. Ama doktor Hamburg'dan vapurla İstanbul'a dönerken bir sandık dolusu porselen tabak çanak getirip böyle şeylere pek düşkün olan karısının gönlünü almış.
Dr. Fuat Ali bey giyinişi ile, hal ve tavrı ile felsefede "Epikürien" ekolüne uyan bir kafa yapısına sahip olduğunu gösteriyordu, insanlann kılık kıyafetine aldınş etmez, kafalarında olup bitenlere ehemmiyet verirdi. Boş laflara, hurafeye kulak asmaz, böyle şeyler iddia edenlere küfürü basardı.
Ölümden korkmaz, "Yaşadığımız sürece ölüm bizden uzaktır. Ölüm gelip çattığında da yaşamıyoruz demektir. Bu iş bu kadar basittir” der geçerdi. Hayatı boyunca da müsbet birşeyler yapabilmek, ailesine, içinde yaşadığı topluma bir şeyler bırakabilmek için çırpındı durdu. Ve kendi mütevazi koşulları içinde pekala başarılı da oldu.

05/11/2009 POSTA GAZETESİ NİZAMETTİN KAYRAL'IN ŞİİRİ